Demir (Barcelona)
28 Haziran 2019 Cuma
22 Haziran 2019 Cumartesi
21 Haziran 2019 Cuma
Bilgenin Aynası
Kitabın
adı: Bilgenin Aynası
Yazarı:
Prof. Dr. Özcan Köknel
Yayınevi:
Hayy Kitap
Basım
yılı ve sayısı: Mayıs 2019, 1.baskı
Sayfa
adedi: 200
Toplumsal ruh sağlığımıza
ilişkin tespitler,yaşamın anlamına dair vasiyet!
İçimizdeki öfke neden dinmiyor?
Gülmeyi unuttuk mu?
Kafayı en çok nelere takıyoruz?
Nasıl korkusuz ve mutlu olacağız?
Biz melankolik bir toplum muyuz?
Türkiye’nin ruhsal durumuna nasıl bir teşhis koyulabilir?
Hayatı boyunca on binlerce insanın ruhuna dokunmuş bir bilgenin, Prof. Özcan Köknel’in anlattıkları sağlıklı, mutlu bireyler yetiştirmek, gençleri topluma hazırlamak için özellikle ailelere ışık tutacak. 'Hocaların Hocası’ Köknel’in bireysel ve toplumsal sağlığımıza ilişkin tespit ve çözüm önerilerine kulak verin:
“Keyifli ve mutlu yaşamak, 'dolu dolu' yaşamaktır. Hayatınızın anlamsız olduğunu düşünüyor ve ‘dolu dolu yaşadım’ demenin formülünü arıyorsanız, bakış açınızı değiştirmeniz gerekiyor. Koşullarımız birdenbire değişmediğine göre, değişiklik bunlara bakışınızda, yorumlama biçiminizde olacaktır.
Yaşam, mutluluğu arayış halidir. Mutluluk, insanın yaşadığı andan haz duyması, geçmişte haz duyduğu bir yaşantıyı anımsaması ya da gelecekte haz duyacağı bir yaşantıyı ümit etmesidir. Doğrunun, güzelin, iyinin aranması, elde edilmesi insanda mutluluk yaratır. Mutluluğa erişmenin tek yolu ise erdemdir. Her insan kendi erdemini yaratmak zorundadır. Her insanın kendi kişiliğine uyan amaçları olmalıdır. Bu amaçlara ulaştıkça mutlu olursunuz. Hayatın amacı mutluluk ve anlam arayışıdır.”
İçimizdeki öfke neden dinmiyor?
Gülmeyi unuttuk mu?
Kafayı en çok nelere takıyoruz?
Nasıl korkusuz ve mutlu olacağız?
Biz melankolik bir toplum muyuz?
Türkiye’nin ruhsal durumuna nasıl bir teşhis koyulabilir?
Hayatı boyunca on binlerce insanın ruhuna dokunmuş bir bilgenin, Prof. Özcan Köknel’in anlattıkları sağlıklı, mutlu bireyler yetiştirmek, gençleri topluma hazırlamak için özellikle ailelere ışık tutacak. 'Hocaların Hocası’ Köknel’in bireysel ve toplumsal sağlığımıza ilişkin tespit ve çözüm önerilerine kulak verin:
“Keyifli ve mutlu yaşamak, 'dolu dolu' yaşamaktır. Hayatınızın anlamsız olduğunu düşünüyor ve ‘dolu dolu yaşadım’ demenin formülünü arıyorsanız, bakış açınızı değiştirmeniz gerekiyor. Koşullarımız birdenbire değişmediğine göre, değişiklik bunlara bakışınızda, yorumlama biçiminizde olacaktır.
Yaşam, mutluluğu arayış halidir. Mutluluk, insanın yaşadığı andan haz duyması, geçmişte haz duyduğu bir yaşantıyı anımsaması ya da gelecekte haz duyacağı bir yaşantıyı ümit etmesidir. Doğrunun, güzelin, iyinin aranması, elde edilmesi insanda mutluluk yaratır. Mutluluğa erişmenin tek yolu ise erdemdir. Her insan kendi erdemini yaratmak zorundadır. Her insanın kendi kişiliğine uyan amaçları olmalıdır. Bu amaçlara ulaştıkça mutlu olursunuz. Hayatın amacı mutluluk ve anlam arayışıdır.”
Özcan Köknel’den mutlu yaşamın
reçetesi
Psikiyatrinin duayeni, yeni kitabı ‘Bilgenin
Aynası’nda günlük hayatımıza dair birçok tespit ve çözüm sunuyor.
Prof. Dr. Özcan Köknel’i Altın Kitaplar Yayınevi’nde
kitapları yayımlanırken tanıdım.
Bilimi kişiliğine sindirmiş, konuşma üslubu ve nezaketiyle dikkat çeken
biriydi.
Mert İnan’ın yayına hazırladığı kitabın tam adı şöyle:
Psikiyatrinin Duayeni Prof. Dr. Özcan Köknel’den
Bilgenin Aynası
Toplumsal Ruh Sağlığımıza İlişkin Tespitler (*)
Kitabın başında Özcan Köknel ile Mert İnan’ın biyografileri yer alıyor.
Kitap, Alaçam’da başlayıp İstanbul’da devam eden bir yaşam serüvenini
aktarıyor.
Meslek yaşamıyla özel yaşamın sarmal biçimde kaleme alındığı kitap, günlük
hayatımıza dair birçok tespit ve çözüm içeriyor.
Nehir söyleşi tadındaki kitap üç ana bölümden oluşuyor:
Birinci Bölüm: Giriş ve İnsana Adanan Bir Ömür
İkinci Bölüm: Aileler ve Toplum İçin Yol Haritası
Üçüncü Bölüm: Bilgenin Nasihatleri
İnsanın yaşamında, bugün anımsadığında güldüğü ama yaşadığında pek de
gülemediği olaylar vardır.
Nişan törenindesiniz, Köknel’in hocası İhsan Şükrü
Aksel, “Acele gel” diye çağırıyor, ona bir iş havale ediyor, nişan
da iptal ediliyor.
Köknel önemli soruları yanıtlıyor, sosyal medyanın, akıllı telefonların
kullanıldığı bir yüzyılda onun söylediklerine gerçekten ihtiyacımız var.
Bir gün Köknel ailesini Hasan Âli Yücel ziyaret
ediyor. Yakında doğacak çocukları için bir isim öneriyor. Diyor ki, “Benim oğlumun adı Can, siz de Özcan koyun.”
İsminin öyküsü bu.
Sebep, ataerkil yapı
İnan’ın sorularını yanıtlarken, mesleki tecrübelerinden de kesitler
veriyor.
İşte örnek: “Gerçekte korkusuz insan,
duygusuz ve düşüncesiz insan demektir. İnsan duygu ve düşünceden soyutlanınca,
insandan ve insanlıktan söz etmek olanaksızdır. Ancak korkunun boyutları insan
yaşamını kuşatacak ölçüde artarsa, hastalığa dönüşmüş demektir. Korkudan
korkmamaktır bütün mesele.”
Hocaların hocası Prof. Dr. Özcan Köknel’e göre Türkiye’de cinsiyet
eşitsizliği, istismar, şiddet, uyuşturucu, saplantılar, öfke, çarpık
davranışlar gibi sorunların ortaya çıkmasındaki en temel neden, kaba, baskıcı
ataerkil aile yapısı.”
Peki edebiyat dünyasından, müzik dünyasından kimleri seviyor?
Yaşar Kemal ve Attilâ İlhan’a hayran.
1991 yılında Yaşar Kemal’in de aralarında olduğu bir grupla Adana’ya giden
Köknel, bu gezide Kemal’i yakından tanıma fırsatı bulduğunu anlatırken şunları
aktarıyor:
“Yaşar Kemal bu toprakların yetiştirdiği en önemli
edebiyatçılardan biriydi. Kalemiyle bireylerin ve toplumun sorunlarını rahatça
ortaya çıkartarak Anadolu mitolojisini günlük hayata yansıtıyordu.
Arkadaşlığımız vefatına kadar devam etti. Türkiye’ye, Cumhuriyet
değerlerine sımsıkı bağlı, bakışını benimsediğim bir düşünce insanıydı Yaşar
Kemal.
Edebiyatta ikinci önemli isim olarak Attilâ İlhan’ı söylerim.
Müziğe karşı çocukluktan gelen bir ilgim var. Erol Evgin’i çok severim.
Yanan Şan Tiyatrosu ve yıkılan Atatürk Kültür Merkezi’nde tüm konserleri
izledim diyebilirim. Opera, bale, tiyatro gösterilerinin birçoğunu görme
fırsatım oldu.”
Bize mesajı çok önemli:
“Yaşadığınız zamana sıkı sıkıya sarılın.”
Özcan Köknel: Melankolik bir milletiz acıdan besleniyoruz
“Hocaların
Hocası” namıyla anılan, 91 yaşındaki psikiyatri profesörü Özcan Köknel, Bilgenin Aynası kitabıyla hem hayatından
kesitler sunuyor hem de toplumumuza ilişkin psikolojik tahliller yapıyor.
Duayen psikiyatrla Türkiye’nin ve Türk
insanının psikolojisini konuştuk.
Özcan Köknel, neredeyse hayatının 70 yılını toplumun
ruh sağlığına adamış, ruhun ve aklın labirentlerinde sayısız tahkikatlar
yapmış, nice dertlere derman olmuş, nice öğrenciler yetiştirmiş bir psikiyatr.
91 yaşındaki profesör, Türkiye'de kendi alanının yaşayan en önemli ve duayen
isimlerinden.
Geçtiğimiz hafta öğrencilerinin "Hocaların Hocası" namıyla andığı Köknel'in hayat hikayesini ve toplumsal sorunlara ilişkin yorumlarını içeren Bilgenin Aynası adlı bir kitap yayımlandı. Sağlık haberleri alanında pek çok mesleki ödülü bulunan, gazeteci Mert İnan hazırladı kitabı...
23 Mart 1928'de öğretmen bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Köknel'in adını, şair Can Yücel'in babası, dönemin Milli Eğitim Müfettişi Hasan Ali Yücel koymuş. Aile dostları alan Yücel, "Benim oğlumun adı Can, sizin oğlunuzun adı Özcan olsun" demiş. Baise ve Osman Köknel çifti seve seve kabul etmişler dostlarının teklifini.
Tek çocuk olarak büyüyen Özcan Köknel, sonraları öğretmenlikten banka memurluğuna geçen ailesiyle birlikte Tokat, Gaziantep ve Adapazarı'nda yaşamış. Ta ki, lise için İstanbul'a gelene kadar. Haliyle Köknel'in çocukluğuna ilişkin ilk anılar da Tokat, Zile'den: "Ailem ben, doğduktan sonra öğretmenlik yaparken çocuk yetiştirmenin zor olacağına kanaat getiriyor. Karşılıklı uzun müzakerelerin ardından hem annem, hem babam banka memurluğuna geçiş yapmaya karar veriyor. İş Bankası'nın memur alımına yaptıkları başvuru kabul edilince ilk görev yerleri Zile oluyor. Hatırladığım ilk anılarım Zile'ye ait görüntüler. Karanlık sokaklardan her geçişimde hissettiğim korkuları anımsıyorum. Zile, dünyayı kavramaya başladığım ilk yerdi. 1930'ların başında gördüğüm bazı kareler beni korkutuyordu. Tek katlı kerpiç evlerin damlarındaki, kesildikten sonra kurutulmak için asılan hayvanları gördükçe endişelenirdim. Kapkaranlık bir ilçeydi o yıllarda Zile ve karanlık sokaklarda yürüdüğümüz o anlar ilk gün gibi hafızamda. İlçede, evlerine misafir olduğumuz, iletişim kurabildiğimiz yegâne insanlar hükümet tabibi Mazhar Atalay ve ailesiydi. Aslında Mazhar amcayı gördüğüm ilk anda doktor olmaya karar verdiğimi anlıyorum. Zile'de yaşadığımız yıllarda, kurduğum oyunlarda, sürekli olarak bez bebeklere iğne yapıyor, bebekleri kesip dikiyordum. Zile'deki tek arkadaşım ise hükümet tabibinin oğlu Aytekin idi. Bir araya geldiğimizde yalnızlığı paylaşan iki mutlu çocuğa dönüşüyorduk."
Köknel'in psikoloji biliminde karar kılmasında etkili olan bir anısı ise liseden: "Psikoloji dersimize yeni mezun, çok genç bir hoca olan Asım Us giriyordu. Bizler on altı-on yedi, hoca da yirmi üç-yirmi dört yaşındaydı. Akran sayılırdık. Hocanın gençliğinden faydalanıp dersi kaynatmaya çalışıyorduk. Nihayet bir derste 'Yeter artık!' diye bir ses duvarlarda yankılandı. Asım Hoca 'Burayı kahvehaneye benzettiniz' diyerek kapıyı vurup sınıftan çıktı. Bu kez sınıfın muzır öğrencileri tahtaya 'Asım'ın kahvehanesi. Çay 25, gazoz 30 kuruş' yazdılar. Hoca, 10-15 beş dakika sonra sınıfa yeniden girince, 'hepimizi disipline verecek' diye düşünüyordum. Ancak Asım Hoca, hiç de beklenmedik bir tavır sergiledi. Tebessüm ederek, 'Madem kahvehane açmışım, getirin bir kahve de hep beraber içelim' diyerek herkesi şaşırtmıştı. Bu hadiseden sonra bir insanın gençlerin duygularını anlamak ve onlarla iletişim kurmak için bağırıp çağırmasına, öfkelenmesine gerek olmadığını anladım. Doğru olanın, her yaşa ve çağa uygun bir tutum sergilemek olduğunu kavramıştım."
Buraya kadar anlattıklarımız yıllarca İstanbul Üniversitesi Psikiyatri Bölümü Ana Bilim Dalı Başkanlığı yapan, yurt dışında pek çok önemli üniversitede çalışan, pek çok kitap ve makaleye imza azan, öğreniciler yetiştiren, ruhlara şifa dağıtan bir 'ruh ustası'nın sadece hayatının küçük kesitleri. Ama biz kendisiyle asıl olarak ruh sağlımıza ilişkin önemli gözlemlerini ve önerilerini konuştuk... Köknel'in bizimle paylaştığı her bir gözlem ve tespitin altın değerinde olduğunu bilerek, uzun bir söyleşiden süzebildiklerimizi paylaşıyoruz.
TÜRKİYE'DE BEŞ AİLE TİPİ VAR
Türkiye'de 'bilgili, ilgili', 'ataerkil, erkek egemen', 'çelişkili', 'ilgisiz', 'dışlayan' olmak üzere beş aile tipi var. Toplumun çoğunluğunu 'ataerkil erkek egemen' model oluşturuyor. Doğru olan sağlıklı tek model ise bilgili, ilgili aile yapısı. Bu tip ailede çocuk ve gencin kimliğine, kişiliğine değer verilir. Çocuğun yaş dilimi, zekâ düzeyi, becerisi, yeti ve yeteneğine göre ilgi gösterilir, iletişim kurulur ve çocuğun duyguları, düşünceleri, sorunları anlayışla dinlenerek çözüm aranır. Belirli sınırlar içinde çocuğun özgür ve özerk davranmasına, sorumluluk yüklenmesine olanak tanınır. Başarılar ödüllendirilir. Başarısız ve sorumsuz davranışların da nedenleri anlatılarak fiziksel olmayan cezalar verilir. En olumsuz model ise ataerkil erkek egemen, sert aile tipidir. Bu aileler çocuğun ve gencin kimliğine, kişiliğine değer vermez. Dayak dahil her türlü ceza yöntemini kullanır. Gevşek ailelerde, çocuktaki değerler sisteminin gelişmesi engellenir veya sekteye uğrar. Çocuğun ve gencin olabildiğince özgür ve özerk davranış olanağına sahip olmasına karşın sorumluluk alması söz konusu olmaz. Tutarsız ailede çocuk ve gençler değer çatışması yaşar. Dışlayan veya ihmal eden ailelerde ise çocuğun kimliğine, kişiliğine değer verilmediği gibi çocuklar, anne ve babaları tarafından kendi uzantıları olarak kabul edilir. Genel olarak bilgili ve ilgili aile tipi dışında, diğer aile modellerinde yetişen çocukların değerler sisteminde, toplumsal yaşamında sorunlar ortaya çıkar."
RUH SAĞLIĞI TEDAVİSİNDE BATI'NIN HEP ÖNÜNDE OLDUK
İlk kez 1206'da Kayseri'de açılan Kevser Nesibe Tıp Fakültesi dünyaya örnek oldu. Osmanlı'da şifahaneler vardı. Edirne'deki akıl hastanesi tarihsel süreçte çok önemli. Çok önceleri Bergama'daki hastane, tıbbın modern görünümünü yansıtır. Hem bitkilerle, hem bedensel, hem ruhsal tedavilerin yanında grup terapileri, oyunlarla tedaviler uygulanıyordu. Akıl hastalıkları konusunda, Batılılar dahil hiçbir yerde Anadolu'daki gibi iyi bir tedavi uygulanmadı. Daha da öncesine gidersek ilginç yaklaşımlar var. Milattan önceki çağlarda insana bakış, şu andaki bakışa daha yakın çünkü o zamanlarda Hipokrat psikolojik hastalıkların bedenle bir ilişkisi olduğu görüşündeydi. Orta Çağda Fahrettin Razi ve İbn-i Sina isimlerini görüyoruz. Razi'nin üç ruh teorisi var. Hayvansal ruh, insani ruh ve bitkisel ruh kavramlarını ortaya atıyor. İlk saha filozofları da dört temel madde söylüyor. Toprak, su, hava ateş. İlk Çağ filozoflarının gördüğü, doğanın ve insanın temeli olan maddeler bilimle gittikçe açıldı. Selçuklu ve Osmanlı'da akıl hastalarına şefkatle yaklaşılıyordu."
HASTAMDAN DAYAK YEDİĞİM DE OLDU!
"Doçent olduğum dönem Çapa'da ilginç bir vaka ile karşılaştım. Vatandaşın biri valiliğe, 'Başbakan beni tehdit ediyor, bana kötülük yapacak, beynimde hastalık oluşturuyor, Başbakan'ı engelleyin' şeklinde bir şikâyet dilekçesi yazmış. Hastayı bana getirdiklerinde, sürekli olarak 'Başbakan beynime zarar veriyor' hezeyanlarını tekrarlıyordu. Tetkiklerden sonra yatarak tedavi olması gerektiğine karar verdik. Ancak hastayı yatarak tedaviye ikna edemiyorduk. Neyse ki kendisi beyin elektrosu istedi. Bunu fırsat bilerek, 'Beyin elektrosu istemişsiniz, buyurun yukarı çıkalım elektronuzu çekelim' dedik. Yatan hastaların olduğu bölüme çıkar çıkmaz durumu anlayan hasta, 'Beni aldattın, sen de bana zarar vereceksin' diye bağırıp yüzüme doğru yumruk salladı. Neyse ki kattaki görevliler hastaya hemen müdahale ettiler. Aslında hezeyanlı hastalarla aramızda birkaç adımlık mesafe bırakırdık ama o gün dalgınlığıma denk gelmiş olmalı, yan yana yürüyorduk. Yumruk yüzümü sıyırmıştı. Bu olaydan kısa bir süre sonra yatarak tedavi gören bir kadın hastayı tetkik etmek için yanına gittim. Merhaba dediğim sırada kadının karnıma tekme atması bir oldu. O kadar çok vaka ve hasta görüyordum ki, bir süre sonra en psikopatların bile davranış modelini, ne zaman ne söyleyeceklerini ezberlemiştim."
HÜZNE SARILARAK TESELLİ ARIYORUZ
"Melankoliye yatkın bir toplumuz ve bir yanımız arabesk kültürden besleniyor. Toplumun büyük çoğunluğunun tasarım gücü yok. Tasarım gücünüz olmadığında, kendinizi dış dünyaya daha bilgili, görgülü gösterme çabası içine girersiniz. Geçmişe ve eskiye öykünme halinin altında tasarım gücünün olmaması yatar. Sürekli eskiyi öven bir kişi, aslında içinde bulunduğu zaman dilimine ait bilgisizliğini örtmeye çalışıyordur. Böylelikle, kendince 'şan ve şöhretini' kurtarırken, konulardan uzak olmadığını, bilgisi olduğunu gösterme gayretindedir. Acıdan beslenen veya keyif alan bir yönümüz var. Çözüm bulamadığımız ve sorunları aşamadığımız, kendimize yetemediğimiz zamanlarda hüzne sarılarak teselli arıyoruz. Kendini acındırmayı seven bir toplumuz."
27 MAYIS DARBESİNDE SORGULANDIM
"Darbeler Türk toplumunu ergen bir ruh halinde bıraktı. İnsanların kendi ayakları üstünde durabilme güvenini zedeledi. Darbelerin Türkiye'ye olumsuz mirası gelecek kaygısı oldu. Düşünün ki toplum, demokrasiyle birilerini iktidara getiriyor ama başka bir erk 'sen doğru karar veremedin, veremezsin' diyerek onun talebini ve seçimini yok sayıyor. Türkiye her darbede çok şey kaybetti. 27 Mayıs 1960 darbesinde ben de sorgulandım... Bizzat yaşadım bu olumsuzlukları. Ben hayatımda ilk oyumuDemokrat Parti'ye verdim... Darbe demek toplumu ekonomik ve ruhsal olarak da geriye götürmek demek. Belirsizlik demek. Belirsizlik ise insan ruhuna en çok zarar veren şeydir. Kısacası darbeler, kendine ve yaşadığı topluma güvenmeyen bireyler yaratmayı amaçladı."
Geçtiğimiz hafta öğrencilerinin "Hocaların Hocası" namıyla andığı Köknel'in hayat hikayesini ve toplumsal sorunlara ilişkin yorumlarını içeren Bilgenin Aynası adlı bir kitap yayımlandı. Sağlık haberleri alanında pek çok mesleki ödülü bulunan, gazeteci Mert İnan hazırladı kitabı...
23 Mart 1928'de öğretmen bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Köknel'in adını, şair Can Yücel'in babası, dönemin Milli Eğitim Müfettişi Hasan Ali Yücel koymuş. Aile dostları alan Yücel, "Benim oğlumun adı Can, sizin oğlunuzun adı Özcan olsun" demiş. Baise ve Osman Köknel çifti seve seve kabul etmişler dostlarının teklifini.
Tek çocuk olarak büyüyen Özcan Köknel, sonraları öğretmenlikten banka memurluğuna geçen ailesiyle birlikte Tokat, Gaziantep ve Adapazarı'nda yaşamış. Ta ki, lise için İstanbul'a gelene kadar. Haliyle Köknel'in çocukluğuna ilişkin ilk anılar da Tokat, Zile'den: "Ailem ben, doğduktan sonra öğretmenlik yaparken çocuk yetiştirmenin zor olacağına kanaat getiriyor. Karşılıklı uzun müzakerelerin ardından hem annem, hem babam banka memurluğuna geçiş yapmaya karar veriyor. İş Bankası'nın memur alımına yaptıkları başvuru kabul edilince ilk görev yerleri Zile oluyor. Hatırladığım ilk anılarım Zile'ye ait görüntüler. Karanlık sokaklardan her geçişimde hissettiğim korkuları anımsıyorum. Zile, dünyayı kavramaya başladığım ilk yerdi. 1930'ların başında gördüğüm bazı kareler beni korkutuyordu. Tek katlı kerpiç evlerin damlarındaki, kesildikten sonra kurutulmak için asılan hayvanları gördükçe endişelenirdim. Kapkaranlık bir ilçeydi o yıllarda Zile ve karanlık sokaklarda yürüdüğümüz o anlar ilk gün gibi hafızamda. İlçede, evlerine misafir olduğumuz, iletişim kurabildiğimiz yegâne insanlar hükümet tabibi Mazhar Atalay ve ailesiydi. Aslında Mazhar amcayı gördüğüm ilk anda doktor olmaya karar verdiğimi anlıyorum. Zile'de yaşadığımız yıllarda, kurduğum oyunlarda, sürekli olarak bez bebeklere iğne yapıyor, bebekleri kesip dikiyordum. Zile'deki tek arkadaşım ise hükümet tabibinin oğlu Aytekin idi. Bir araya geldiğimizde yalnızlığı paylaşan iki mutlu çocuğa dönüşüyorduk."
Köknel'in psikoloji biliminde karar kılmasında etkili olan bir anısı ise liseden: "Psikoloji dersimize yeni mezun, çok genç bir hoca olan Asım Us giriyordu. Bizler on altı-on yedi, hoca da yirmi üç-yirmi dört yaşındaydı. Akran sayılırdık. Hocanın gençliğinden faydalanıp dersi kaynatmaya çalışıyorduk. Nihayet bir derste 'Yeter artık!' diye bir ses duvarlarda yankılandı. Asım Hoca 'Burayı kahvehaneye benzettiniz' diyerek kapıyı vurup sınıftan çıktı. Bu kez sınıfın muzır öğrencileri tahtaya 'Asım'ın kahvehanesi. Çay 25, gazoz 30 kuruş' yazdılar. Hoca, 10-15 beş dakika sonra sınıfa yeniden girince, 'hepimizi disipline verecek' diye düşünüyordum. Ancak Asım Hoca, hiç de beklenmedik bir tavır sergiledi. Tebessüm ederek, 'Madem kahvehane açmışım, getirin bir kahve de hep beraber içelim' diyerek herkesi şaşırtmıştı. Bu hadiseden sonra bir insanın gençlerin duygularını anlamak ve onlarla iletişim kurmak için bağırıp çağırmasına, öfkelenmesine gerek olmadığını anladım. Doğru olanın, her yaşa ve çağa uygun bir tutum sergilemek olduğunu kavramıştım."
Buraya kadar anlattıklarımız yıllarca İstanbul Üniversitesi Psikiyatri Bölümü Ana Bilim Dalı Başkanlığı yapan, yurt dışında pek çok önemli üniversitede çalışan, pek çok kitap ve makaleye imza azan, öğreniciler yetiştiren, ruhlara şifa dağıtan bir 'ruh ustası'nın sadece hayatının küçük kesitleri. Ama biz kendisiyle asıl olarak ruh sağlımıza ilişkin önemli gözlemlerini ve önerilerini konuştuk... Köknel'in bizimle paylaştığı her bir gözlem ve tespitin altın değerinde olduğunu bilerek, uzun bir söyleşiden süzebildiklerimizi paylaşıyoruz.
TÜRKİYE'DE BEŞ AİLE TİPİ VAR
Türkiye'de 'bilgili, ilgili', 'ataerkil, erkek egemen', 'çelişkili', 'ilgisiz', 'dışlayan' olmak üzere beş aile tipi var. Toplumun çoğunluğunu 'ataerkil erkek egemen' model oluşturuyor. Doğru olan sağlıklı tek model ise bilgili, ilgili aile yapısı. Bu tip ailede çocuk ve gencin kimliğine, kişiliğine değer verilir. Çocuğun yaş dilimi, zekâ düzeyi, becerisi, yeti ve yeteneğine göre ilgi gösterilir, iletişim kurulur ve çocuğun duyguları, düşünceleri, sorunları anlayışla dinlenerek çözüm aranır. Belirli sınırlar içinde çocuğun özgür ve özerk davranmasına, sorumluluk yüklenmesine olanak tanınır. Başarılar ödüllendirilir. Başarısız ve sorumsuz davranışların da nedenleri anlatılarak fiziksel olmayan cezalar verilir. En olumsuz model ise ataerkil erkek egemen, sert aile tipidir. Bu aileler çocuğun ve gencin kimliğine, kişiliğine değer vermez. Dayak dahil her türlü ceza yöntemini kullanır. Gevşek ailelerde, çocuktaki değerler sisteminin gelişmesi engellenir veya sekteye uğrar. Çocuğun ve gencin olabildiğince özgür ve özerk davranış olanağına sahip olmasına karşın sorumluluk alması söz konusu olmaz. Tutarsız ailede çocuk ve gençler değer çatışması yaşar. Dışlayan veya ihmal eden ailelerde ise çocuğun kimliğine, kişiliğine değer verilmediği gibi çocuklar, anne ve babaları tarafından kendi uzantıları olarak kabul edilir. Genel olarak bilgili ve ilgili aile tipi dışında, diğer aile modellerinde yetişen çocukların değerler sisteminde, toplumsal yaşamında sorunlar ortaya çıkar."
RUH SAĞLIĞI TEDAVİSİNDE BATI'NIN HEP ÖNÜNDE OLDUK
İlk kez 1206'da Kayseri'de açılan Kevser Nesibe Tıp Fakültesi dünyaya örnek oldu. Osmanlı'da şifahaneler vardı. Edirne'deki akıl hastanesi tarihsel süreçte çok önemli. Çok önceleri Bergama'daki hastane, tıbbın modern görünümünü yansıtır. Hem bitkilerle, hem bedensel, hem ruhsal tedavilerin yanında grup terapileri, oyunlarla tedaviler uygulanıyordu. Akıl hastalıkları konusunda, Batılılar dahil hiçbir yerde Anadolu'daki gibi iyi bir tedavi uygulanmadı. Daha da öncesine gidersek ilginç yaklaşımlar var. Milattan önceki çağlarda insana bakış, şu andaki bakışa daha yakın çünkü o zamanlarda Hipokrat psikolojik hastalıkların bedenle bir ilişkisi olduğu görüşündeydi. Orta Çağda Fahrettin Razi ve İbn-i Sina isimlerini görüyoruz. Razi'nin üç ruh teorisi var. Hayvansal ruh, insani ruh ve bitkisel ruh kavramlarını ortaya atıyor. İlk saha filozofları da dört temel madde söylüyor. Toprak, su, hava ateş. İlk Çağ filozoflarının gördüğü, doğanın ve insanın temeli olan maddeler bilimle gittikçe açıldı. Selçuklu ve Osmanlı'da akıl hastalarına şefkatle yaklaşılıyordu."
HASTAMDAN DAYAK YEDİĞİM DE OLDU!
"Doçent olduğum dönem Çapa'da ilginç bir vaka ile karşılaştım. Vatandaşın biri valiliğe, 'Başbakan beni tehdit ediyor, bana kötülük yapacak, beynimde hastalık oluşturuyor, Başbakan'ı engelleyin' şeklinde bir şikâyet dilekçesi yazmış. Hastayı bana getirdiklerinde, sürekli olarak 'Başbakan beynime zarar veriyor' hezeyanlarını tekrarlıyordu. Tetkiklerden sonra yatarak tedavi olması gerektiğine karar verdik. Ancak hastayı yatarak tedaviye ikna edemiyorduk. Neyse ki kendisi beyin elektrosu istedi. Bunu fırsat bilerek, 'Beyin elektrosu istemişsiniz, buyurun yukarı çıkalım elektronuzu çekelim' dedik. Yatan hastaların olduğu bölüme çıkar çıkmaz durumu anlayan hasta, 'Beni aldattın, sen de bana zarar vereceksin' diye bağırıp yüzüme doğru yumruk salladı. Neyse ki kattaki görevliler hastaya hemen müdahale ettiler. Aslında hezeyanlı hastalarla aramızda birkaç adımlık mesafe bırakırdık ama o gün dalgınlığıma denk gelmiş olmalı, yan yana yürüyorduk. Yumruk yüzümü sıyırmıştı. Bu olaydan kısa bir süre sonra yatarak tedavi gören bir kadın hastayı tetkik etmek için yanına gittim. Merhaba dediğim sırada kadının karnıma tekme atması bir oldu. O kadar çok vaka ve hasta görüyordum ki, bir süre sonra en psikopatların bile davranış modelini, ne zaman ne söyleyeceklerini ezberlemiştim."
HÜZNE SARILARAK TESELLİ ARIYORUZ
"Melankoliye yatkın bir toplumuz ve bir yanımız arabesk kültürden besleniyor. Toplumun büyük çoğunluğunun tasarım gücü yok. Tasarım gücünüz olmadığında, kendinizi dış dünyaya daha bilgili, görgülü gösterme çabası içine girersiniz. Geçmişe ve eskiye öykünme halinin altında tasarım gücünün olmaması yatar. Sürekli eskiyi öven bir kişi, aslında içinde bulunduğu zaman dilimine ait bilgisizliğini örtmeye çalışıyordur. Böylelikle, kendince 'şan ve şöhretini' kurtarırken, konulardan uzak olmadığını, bilgisi olduğunu gösterme gayretindedir. Acıdan beslenen veya keyif alan bir yönümüz var. Çözüm bulamadığımız ve sorunları aşamadığımız, kendimize yetemediğimiz zamanlarda hüzne sarılarak teselli arıyoruz. Kendini acındırmayı seven bir toplumuz."
27 MAYIS DARBESİNDE SORGULANDIM
"Darbeler Türk toplumunu ergen bir ruh halinde bıraktı. İnsanların kendi ayakları üstünde durabilme güvenini zedeledi. Darbelerin Türkiye'ye olumsuz mirası gelecek kaygısı oldu. Düşünün ki toplum, demokrasiyle birilerini iktidara getiriyor ama başka bir erk 'sen doğru karar veremedin, veremezsin' diyerek onun talebini ve seçimini yok sayıyor. Türkiye her darbede çok şey kaybetti. 27 Mayıs 1960 darbesinde ben de sorgulandım... Bizzat yaşadım bu olumsuzlukları. Ben hayatımda ilk oyumuDemokrat Parti'ye verdim... Darbe demek toplumu ekonomik ve ruhsal olarak da geriye götürmek demek. Belirsizlik demek. Belirsizlik ise insan ruhuna en çok zarar veren şeydir. Kısacası darbeler, kendine ve yaşadığı topluma güvenmeyen bireyler yaratmayı amaçladı."
Prof. Dr. Özcan Köknel’den şiddete karşı öneri... Anne-baba okulları açalım
İpek Özbey
Bir kedinin üstüne kaynar su döküldü, bir
köpeği sahibi aracın arkasına bağlayıp sürükledi, bir koca karısını öldürdü,
bir çocuk tecavüze uğradı... Her gün canımızı acıtan bu haberleri Özcan Köknel
ile konuştuk. Deneyimlerini ‘Bilgenin Aynası’ kitabında anlatan 91 yaşındaki
Köknel’e göre yapılacaklardan biri anne-baba okulları açmak, diğeri cinsel
eğitimi müfredata almak.
HAYATTAKİ
TEK KAVGAM VE ALDIĞIM DERS
İdealist
bir ailede dünyaya geliyorsunuz. Bugün bu noktada bir eksiklik olduğunu
düşünüyor musunuz?
Kesinlikle düşünüyorum. Tabii benim
hayatta büyük şanslarım da oldu. Biri dediğiniz gibi annem-babamdı. 23 Mart
1928’de Samsun’un bir ilçesinde doğdum. Adımı Hasan Âli Yücel koymuş. Öğretmen
olan annem ve babam bir çocukla mesleği yapmanın güç olduğunu, başka çocuklara
yeteri kadar zaman ayıramayacaklarını düşünmüş. O zaman yeni açılan İş
Bankası’na girip, Zile şubesinde memur olarak çalışmaya başladılar. Zile,
elektriği, suyu olmayan, evleri kerpiç bir yerdi. Cumhuriyet’in 10’uncu yılında
ben beş yaşındaydım. O kapkaranlık Zile dört direk, etrafında bez, içinde lamba
yanan tak-ı zaferlerle aydınlandı. ‘Bu nedir’ diye sordum, ‘Cumhuriyet’
dediler. ‘Demek ki Cumhuriyet aydınlıkmış’ dedim. Cumhuriyet’in beş yaşında
algıladığım aydınlığı yaşımla, bilgimle beraber hayatım boyunca ışığım oldu.
Hayatta bir kez kavga etmişsiniz...
Evet, okulda bir çocukla kavga ettik. O
da gitti babasına şikâyet etti. Babası okul müdürüydü. Hâlâ da etkisini
hissettiğim bir söz söyledi müdür bey: “Siz kendi aranızda halledin, beni bu
işe karıştırmayın!” Bu bana ders oldu. Diğer ders de şuydu: 10’uncu sınıfta, 80
kişilik bir sınıfta okuyorduk. Gürültü fazlaydı. O arada çok genç bir psikoloji
hocası geldi. Biz 16 yaşındayız, o 23-24 yaşında. Ders anlatıyor, dinleyen yok.
Kızdı, “Burayı kahvehaneye çevirdiniz” dedi, gitti. Bir dahaki ders geldiğinde
sınıfın ön plandaki öğrencilerinin tahtaya “Asım’ın kahvehanesi, çay 25 kuruş”
yazdıklarını gördü. Hocanın adı Asım’dı. Şöyle bir baktı, ‘Hadi bana bir kahve
ısmarlayın da barışalım’ dedi. O yaşta bir genç için çok iyi bir model oldu.
Tabii evlilik hayatım da öyle. Çocuklarım da bunu devam ettirdiler. İkisi de
bugün profesör.
Bugün
sanki rol modellerimiz yok.
İşe evvela ruhbilim açısından bakmak
lazım. Ruhbilimde bizim en çok üstünde durduğumuz şey, benliktir. Benlik ailede
gelişir. İkincisi kimliktir, o da aile, okul ve toplum içinde gelişir. Üçüncüsü
kişiliktir, bunların ikisinin birleşimi ve kişinin bilgisi, ilgisi, çabası ile
gelişir.
Nerede
hata yapıyoruz?
Hata evvela benliğin gelişmesinde
başlıyor. Bebekler dünyaya bir içgüdüyle gelir. İki türlü duygumuz var. Biri
haz veren duygular. Hepimiz haz veren duygularla dolu bir dünyada yaşamak
isteriz. Diğeri de elem veren duygulardır. İçgüdülerimizi doyurmak için
aldığımız mesajlar bizde haz veren duygular ortaya çıkartıyorsa ilgili,
sevgili, sevinçli, huzurlu, mutlu bir insan olarak gelişmeye başlıyoruz. Hayır,
korku, endişe gibi duygular ortaya çıkartıyorsa mutsuzluk, huzursuzluk ortaya
çıkıyor. Bu nerede oluyor? Ailede.
ÇOCUKTA
KORKU DUYGUSU UYANDIRAN MESAJLAR
Kaç tür
aile yapısı var?
‘Bilgili, ilgili’, ‘ataerkil’,
‘çelişkili’, ‘ilgisiz’, ‘dışlayan’ olmak üzere beş aile tipi var. İdeali
ilgili/bilgili aile olmak, bir çocuğu doğduğu andan itibaren tanımak... Bir
çocuk 1-1.5 yaşında doğru düzgün yürüyemeyebilir ama anne-baba “Bak yine
düştün. Dikkat etsene, önüne baksana” gibi mesaj verirse çocukta kaygı, korku
gibi olumsuz duygular ortaya çıkar. Toplumun çoğunluğunuysa ‘ataerkil’ model
oluşturuyor. Erkeğin yani babanın, her şeye hâkim olması demek. Baba, erkek
çocuk kendine benzerse iftihar eder, “Aferin, aynen benim gibi yapıyor” der. Bu
baba için güzel, eğer çocuklar da bunu kabul ettiyse arada bir çatışma olmaz.
Ancak çocuklarda buna karşı bir tepki ortaya çıkarsa babanın bunları bastırması
daha çok şiddet içeren mesajlarla oluyor. Bu mesajı alan çocukta mutsuzluk baş
gösteriyor. Bir taraftan benlik gelişirken de babasının davranışını örnek
alıyor.
Şiddet
öğrenilen bir şey yani?
Tabii. Türkiye’de şiddet, Fransızca,
İngilizce gibi bir dil haline geldi. Bir dil, kavram demektir. Kavramları
anneden babadan, öğretmenden, toplumdan öğreniriz. Bir kavramın anlamı, ilk
örneği ve değeri vardır. O kavramı elde edebilmek için emek veririz. Bir
kavrama verdiğiniz değer, aynı kavramı kullandığımız halde farklı duygu ve
davranışlar ortaya çıkarırsa sorun olur. Bunun en güzel örneği kelimeye
reaksiyon testinde görülür. 100 sözcük vardır, o sözcüklerin kişide nasıl
çağrışım yaptırdığına bakılır. Anne-baba, masa, sandalye gibi somut sözcükler
yanında özgürlük, bağımsızlık gibi soyut sözcükler de verilir. Bugüne kadar
gördüğüm şu: Örneğin ‘baba’ deyince diyelim ki yüzde 20’sinde anne çağrışımı
yapıyor. Ama ‘baba’ deyince “Allah müstahakını versin” diyen de oluyor. Demek
ki o çocuğun babayla ilişkisinde bir sorun var.
Anne-baba
olmayı öğrenmek gerekiyor değil mi? Bu noktada ‘anne-baba okulları’ndan
bahsedelim mi?
İhsan Şükrü Hoca’mın öncülüğünde 1963’te
‘Ana-Baba Okulu’ adıyla bir girişim başlatmıştık, üç yıl sürdü. 1980’li
yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikiyatri Bölüm Başkanı
Prof. Dr. Haluk Yavuzer ve benim de yer aldığım proje kapsamında, tıp ve
psikiyatri üyeleri ile görüşmeler sonucu Ana-Baba Okulu yeniden işlerlik kazandı.
On yıl boyunca Anadolu’nun birçok şehrinde söyleşiler düzenledik. Ataerkil
baskıcı aile yapısının yanlışlarını anlattığımız bu konuşmalardan sonra, bizi
dinleyen insanların algılarını ölçen testler yapıyorduk. Test sonuçları,
dinleyicilerin yanlış inanışlarında olumlu değişimler olduğunu gösteriyordu.
Devlet eliyle Ana-Baba Okulları kurulsun önerisini her ortamda dile getirdik.
Sonuç ne oldu, koca bir hiç!
Sürseydi,
bugün kadına şiddet, ensest, çocuk istismarı engellenir miydi?
Çok farklı olurdu.
20-25
ÇOCUKLU BABALAR TANIDIM
Daha
iki gün önce bir kedinin üzerine kaynar su döküldü. Bir baba çocuğunu döverek
öldürdü. Anne-baba olmayı öğrenmek bu vakaların da önüne geçer miydi?
Biz bunu 80’li yıllarda yaşayarak
gördük. Bu ana-baba okulları ailelerin davranışlarında bir dolu olumlu
değişiklik yapıyor ve çocukların daha sağlıklı, huzurlu, mutlu, başarılı
olmasında da olumlu etken. Hepimizin rol modelleri vardı. Şimdi gençlik buna
‘kahraman’ diyor. Politikacılar, sanatkârlar, sporcular... Bu rol modelleri
şiddet içermeyen mesajlarla toplumla ilişki kurarlarsa mutlaka başka olur.
Birçok kişi ses tonundan tutun da kullandığı kavramlara kadar şiddet içeren
iletileri ön planda kullanıyor. Ben bunu yaşadım. Eskiden beni televizyona
çağırırlardı. Bir süre sonra benden özür dilediler. “Hocam siz kavga
etmiyorsunuz, fazla izlenmiyorsunuz” dediler. Bir-iki defa da benim
konuşmalarıma ilgi olsun diye yanıma bağıran konuklar çağırdılar.
Peki
seyirci neden bağırış-çağırış izlemeyi seviyor, neden şiddete prim veriyor?
Çünkü toplumun bir kesimince şiddetin
prim yaptığı kabul ediliyor. Bir kesim bunu kullanarak birçok şey elde ediyor.
Burada popüler kültür işin içine giriyor. Popüler kültür o toplumun gerçeğine
uymayan şeyleri sırf toplum bundan hoşlanır diye kullanmak. Popüler
kültür de şiddete prim verdiği için onunla ilgili mesajları istemeseniz de
kullanmaya başlıyorsunuz. Toplumun geniş kesimi sağlıklı iletişim kuramıyor.
Türkiye’nin yarıdan fazlası şiddet dili kullanıyor.
Mesela
köpeğini arabanın arkasına bağlayıp sürükleyen insan ruh hastası mıdır, kötü
mü?
Ruh hastalığı da olabilir ama sorunlu
insan diyebiliriz. “Evet, bu cinayeti bilerek işlemiştir” ya da “Hastalığı
nedeniyle işlemiştir” demek için en az 1.5 ay klinikte gözlem altında kalması
gerekir.
Şiddet
gösteren biri mutlaka şiddet görmüş müdür?
Çoğunlukla... Çocukluğunda mutlaka
kendinin rol modeli olarak seçtiği insan şiddetin bir çözüm aracı olarak
kullanıldığını görmüş, yaşamış oluyor. Kendisi de bu yolu kullanıyor.
İlgili-bilgili
ailede yetişen bir bireyin ileride suç işleme ihtimali yok mudur?
Var ama oran çok düşüktür.
‘Çocuğunun
dün gece evde olup olmadığını bilmeyen aileler var’ diyorsunuz.
İlgisiz aile modeli. Bunları gördüm.
25-30 çocuklu babalar tanıdım. Çocuklarının isminden bile haberdar değillerdi.
Siz
iterseniz başkası çeker
BİZ iletişim halindeyiz. Ben kaynağım,
siz alıcısınız. Aramızda bu iletişimi sürdüren bir kanal var. Ben konuşuyorum,
siz dinliyorsunuz, siz konuşuyorsunuz ben dinliyorum. Ama ben konuşurken siz de
konuşursanız iletişim kanalında gürültü oluyor. Gürültüde aramızda sağlıklı bir
ilişki olmasına imkân yok. İşte çoğu ailede en basiti çocukla anne-baba
arasında gürültü/iletişim problemi var. Çocuk konuşurken ‘Sen sus, konuşma,
aklın ermez, beceremezsin, yapamazsın’ diyor aileler. Bu gürültü yaratıldığında
o çocuğa iyi niyetle de olsa bir mesaj vermeye çalışsanız bunu algılamasına
imkân yok. Peki bu algılanmalar olmadıkça ne oluyor? Çocuk gençlik çağına
geldiğinde ‘Ben de bir kişiyim’ deme ihtiyacı hissediyor, dışarıda arayışa
başlıyor. Fizik kuralı gibi. Siz iterseniz başkası çeker. Bir insanı
ötekileştirirseniz o insan kendine imkân verene gider. ‘Sen bizim gruba gir,
seni adam yerine koyarız’ deniyor. Terör örgütlerinde bile böyle olmuyor mu?
Bir toplumun temel yapısı ne olursa olsun o toplumu oluşturan kişilerin
ötekileştirilmemesi gerekir.
İNTERNETİN
FENOMEN ÇOCUKLARI
Sosyal
medya fenomeni diye bir şey var. Bunlar artık çocukları da kapsar oldu. İleride
bu çocuklar sıkıntı yaşar mı?
Aileler, bebek ve çocukların adına
sosyal medyada fotoğraf paylaşıyor, hesaplar açıyor. Özlemlerini doyurmak için
kendi ihtiyaçlarını çocuğun önüne koyuyor. Çocuk fotoğrafları içeren
paylaşımların yüksek sayıda beğeni alması, ebeveynleri istem dışı buna
yöneltiyor. Bu konuda aşırıya kaçmamak önemli. Çocuğumuzun ismi, gittiği okul,
tatilde nerede olduğumuz gibi bilgileri herkesin görebileceği hesaplarda paylaşmak
uygun değil. Çocuğumuzu gören her kişinin iyi niyetli olduğunu söyleyemeyiz
değil mi?
Günümüz
koşullarında sosyal medyadan uzak durmak da pek mümkün değil...
Kuşkusuz ama ölçülü kullanabiliriz.
Çocukların sabah kalktıkları andan itibaren her anının devamlı kamerayla
çekilmesi çocuğun temel ihtiyaçlarının ve haklarının karşılanmamasına, yani
ihmaline yol açabilir. Beğeniler belirli bir sayıyı geçmeye başlayınca,
ebeveynler bu durumu ticarete dönüştürerek para kazanmaya başlıyor. Bu noktada
artık aileler çocuğun menfaatini hiçe sayıyor. Fenomen çocuklarda ilerleyen
yıllarda anti-sosyal kişilik bozukluğu görülebilir.
TACİZE
KARŞI CİNSEL EĞİTİM
Cinsiyet
eşitsizliği sorununda baş sorumlunun Türk erkek modeli olduğunu
söylüyorsunuz...
Erkekleri değiştirmeden toplumu
dönüştürmemiz mümkün değil. Erkekleri değiştirmek için kadınları da değiştirmek
gerekiyor.
Bugün
okullarda cinsel eğitim veriliyor olsaydı, cinsel saldırı, taciz, tecavüz
vakalarında azalma olur muydu?
Tabii ki... Cinsel eğitim insanda var
olan ve kazanılan güdüleri bilmek için gerekli. Her şeyden öte sadece istismar
suçlarının azalması, önlenmesi için bile bu eğitim verilmelidir. Cinsel eğitim,
gençlik çağında cinsel yaşantı, karşı cinsle ilişki, kendi kendine doyum,
cinsel içerikli düşler, kızlarda erdemliliğin önemi, kız-erkek arkadaşlığı,
flört ve hastalıkları kapsar. Cinsel ilişkinin başlama yaşı, cinsel sorunlar ve
çözüm yolları da cinsel eğitimle açıklanabilir. Toplumsal yanlış kalıplar
nedeniyle onlarca kız çocuğunun namus adına cinayete kurban gittiği bir ülkede
cinsel eğitim mutlaka hayata geçirilmelidir. Günümüzde birçok ülkede zorunlu
veya seçmeli olarak cinsel eğitim dersi veriliyor. Cinsel eğitimin verilmediği
ülkelerde gençler, cinselliği sömüren akıl, ahlakdışı, gerçekdışı yayınlardan,
sosyal medyadan, arkadaş çevresinden anlamaya çalışıyor. Bu durum beraberinde
bireysel, toplumsal sorunların doğmasına neden oluyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)